Tebernüş Kireççi'ye SORU SOR

Metin Hepgüler (Mimar)

Unkapanı’ndaki İMÇ’nin mimarlarındandır. Harbiye Orduevi’ni Metin Hepgüler tasarlamıştır. Skyport Residence ve Loca İstanbul gibi konut projeleri ile Bursa Divan Otel, Sheraton – Parkotel, ‘Asrın Sinanı’ denilen mimarın projesidir. Çılgın Ada projesi de Hepgüler’e aittir.



Metin Hepgüler (Mimar)
Metin Hepgüler

 


Metin Hepgüler kimdir?



1931 yılında İstanbul'da doğdu. 1952 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesini birincilikle bitirdi. 

1955 ile 1965 yılları arasında Doğan Tekeli ve Sami Sisa ile ortak olarak çalıştı. 

Bu dönemde Türkiye mimarlık tarihinde oldukça önemli bir yere sahip olan İstanbul Manifaturacılar Çarşısı mimari proje yarışmasına Doğan Tekeli ve Sami Sisa ile 1959 yılında katıldı ve birincilik ödülünü kazandılar. Yapı 1960 ile 1967 yılları arasında inşa edilmiştir.


1117 adet dükkan, sosyal birimler, restaurantlar ve diğer hizmet birimleri ile İstanbul Manifaturacılar Çarşısı yapısı Türkiye mimarlık tarihinin oldukça önemli yapıtlarından birisi olarak nitelendirilmektedir. Yaklaşık 10.000 kişinin çalıştığı çarşıda 2.300 işyeri de faaliyet göstermektedir.


Doğan Tekeli ve Sami Sisa ile ortaklığının sona ermesinin ardından, 1966'da MHM, 1969'da İsviçre'de Architects Association, 1993'de ABD'de ITAC International Turkish Architects Corporation'ı kurdu. 1966 yılından itibaren başta Suudi Arabistan olmak üzere İran, Libya, Dubai, İsviçre gibi ülkelerde birçok tasarım gerçekleştirdi. 

Hepgüler'in, 181 ödülü, 42 yurtiçi, 29 uluslararası birincilik ödülü vardır. 13.380.000m2 realizasyonla "Yaşayan Efsane", "Asrın Sinan'ı", "IBC Best Performer Architect", "Milletlerarası Meslek Lideri" seçilmiş, "George Washington Madalyası" ile ödüllendirilmiştir.


Halen International Turkish Architects Corporation adındaki mimarlık ofisi üzerinden mimarlık yapmaya devam etmektedir.


2004 yılında Metin Hepgüler Projects & Realizations (1953-2004) isimli kitabı yazdı.



Metin Hepgüler’in seçkin projeleri hangileri?



Skyport Residence (2010), Loca İstanbul (2010), Bursa Divan Otel (2010), Sheraton – Parkotel (2002), Maya Ofis Binası (1991) Harbiye Orduevi (1974), İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (Doğan Tekeli ve Sami Sisa ile) (1959), Ankara MİT, Harbiye Orduevi, Gölbaşı Polis Eğitim Merkezi, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, Stad Oteli, Tofaş-Aygaz Genel Müdürlük Binaları, TSKB Binası, Sofya Atatürk Evi, Rabak, Bayer, Fürsan, Philips, General Elektrik, Rumeli Hisar Tanzimi, Şeker Sigorta, Chrysler Fabrikası,  Riyad Özel Eğitim Üniversitesi, Munawara otel-residence-cami  ve Abha Konferans Merkezi Projesi, Ajdabiyan- Sırte, Misurrata Enstitü Tanzimleri, Nijeria Logos Büro ve Konsolosluk Projeleri, Borusan İlkokulu, Borusan-BMW-Land Rover İstinye Merkez Binası, Mexico Residence(Dünya literatürüne geçmiştir), R.A.K. Oteli(Dünya literatürüne geçmiştir),  Riyad VIP Kral Sarayı(Dünya literatürüne geçmiştir), Buones Aires, Monaco, Yeni Delhi, Paris, Londra, Abou Dhabi ve İsviçre’nin bir çok bölgesinde projeleri uygulanan ve Almanya, Türkiye ve Kore’den çeşitli davetler alan Metin Hepgüler, ulusal ve uluslararası platformlarda da ödüller almıştır.



Metin Hepgüler (Mimar)

Skyport Residence



Metin Hepgüler hangi ödüllerin sahibidir?



1981               Cumhurbaşkanı Özal tarafından ‘Türkiye’nin şeref temsilcisi’ ünvanı verilmesi,


1986-87         Metin Hepgüler (Architects Association Limited /CH)’in ENR /USA tarafından ‘Dünyanın önde gelen en iyi 200 bürosu seçiminde mimar olarak birinci’ gösterilmesi,


1988              ETH - Zürih tarafından Dizayn Profesörü olarak davet edilmesi,


1988               USA  yayını  E N R  tarafından ‘Milletlerarası en iyi performans gösteren üçüncü mimar’  ünvanı 

verilmesi,


1988              Who is Who tarafından ‘Dünya rekortmeni mimar’ ünvanı verilmesi,

                        (158 tasarım ödülü, 44 birincilik)


1989               ENR / USA tarafından ‘Dünyanın en iyi performans gösteren mimarı’ ünvanına layık görülmesi,


1990               ENR / USA tarafından ‘Dünyanın önde gelen en iyi 200 bürosu seçiminde mimar olarak birinci’ 

gösterilmesi,


1991              California Poly Tec. tarafından Dizayn Profesörü olarak davet edilmesi,


1991              Türkiye’deki Milli Parkların planlanması için, Cumhurbaşkanı ve Orman Bakanlığı  tarafından davet  edilmesi,


1992              Performansıyla “dünya rekoru” kırması / Who is Who in the world / USA,


1995             Süleyman Demirel Üniversitesi’ne profesör olarak davet edilmesi,


1995             ABI Araştırma yönetim kuruluna üye seçilmesi, 17 Mart 1995,


1995               İngiltere-Cambridge IBC kuruluşu danışma kuruluna üye seçilmesi,17 Mart 1995,


1996               Amerikan Biyografi Araştırma Enstitüsü’nce “Ömür Boyu Dost Aza” ünvanı verilmesi, 19 Nisan 


1996, 2000               ABI / American Biography Centre yayınlarında, ‘20. yüzyılın önde gelen 500 liderinden biri’ olarak gösterilmesi,


2000               IBC - Cambridge / UK tarafından “Milletlerarası Başarılı Liderler”den biri olarak seçilmesi,


2001               ABI / American Biography Centre tarafından “üstün başarlarından ötürü dünyanın 5.000 kişisinden biri” olarak seçilmesi,


2002               Cambridge / UK tarafından ‘Avrupa’nın 500 liderinden biri’ olarak seçilmesi,


2000-02         Ödül-proje performansıyla dünya rekoru kırması /Who is Who+CNN/ USA,


2003               Ödül-proje performansıyla dünya rekoru kırması /Who is Who+CNN/ USA,


2003               IBC - Cambridge / UK tarafından ‘Yaşayan Efsane’ seçilmesi,


2003               IBC - Cambridge / UK tarafından ‘Yılın Milletlerarası Eğitimcisi’ olarak seçilmesi,


2003               Amerika’da milletlerarası iş liderleri kurumuna seçilmesi,


2003               BMW- İstinye / Çelik Yapı Projesi Ödülü ve BMW’nin en iyi binası seçilmesi,


2004               IBC tarafından ‘Yılın Adamı’ seçilmesi,


2004               ‘Asrın Mimar Sinan’ı’ seçilmesi,


2005               IBC tarafından “Yılın Uluslararası Profesyoneli” seçilmesi,


2006               Who is Who in the world/USA tarıfından “Dünya Rekortmeni Mimar” olarak seçilmesi,


2006               İstanbul’da ilk ekolojik yüksek katlı bina projesinin yapılması, Milletlerarası basında “Dünyanın en iyisi” olarak yazılması,


2008               XI. Mimarlık Sergisi ve Ödülleri’nde Levent Ekolojik Gökdelen Projesi ile “Fikir Sunumm Dalı’nda” ödül kazanılması,


2009               IBC-Cambridge / UK tarafından “Yetenek ve Simgesel Başarılar ile Beynelmilel George Washington Başkanlık Ödülü”’nün (The International President’s Award For The Iconic Achievements) verilmesi,


2009               Rotary Kulubü Derneği tarafından “Mimarlık Dalında Meslek Hizmet Ödülü” verilmesi,


2010               “T.C. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Ödülü”’nün (Türk mimarisine yaptığınız değerli katkılardan dolayı şükranlarımızı sunarız. Plaket ve Mimar Sinan’ın yaptığı tek resim verilmiştir) verilmesi, ünvanlarına ve ödüllerine layık görülmüştür.



Metin Hepgüler’in Bursa Divan Oteli projesinin mimari özellikleri nelerdir?



Bursa'nın Osmangazi Kükürtlü Bölgesi, eski Mudanya Yolu üzerinde, arsayı çevreleyen arka ve ön yolu arasında 18 metre kot farkı ile düşen tepede, şehrin siluetini tarihsel ve bölgeye özel yapılar ile etkileyen arazide, gerek topoğrafya gerekse tarihsel görünüme entegre olarak düşünülmüş proje, 7465 m2 arsa üzerinde 18,000 m2 inşaat realizasyonu ile realize edilmiştir. Otel katlarının, tepenin meyiline uygun olarak kaskatlar halinde planlanması, öne doğru düşerek inen kesitlerin arka yüksek kottan sızarak akan kaplıca sularının özel havuzlarda toplanarak, hizmete sunulması, zemin katlarında, girişlerin, sosyal ve kendine özel tesislerin, restaurant, kafe, milk-bar ve hamamların, öne açılan ve ön yola bakan satıhlarda dükkânların tanzimi, mimari konseptin ve organik mimarinin esasları olarak modüler sistem ve günümüzün teknolojik imkânları en uyumlu tatbikat şekilleri ile tanzim edilmiştir. Otelin katlarına uyumlu olan modüler sisteme göre, odalar, ihtiyaca göre büyültülüp, küçültülebilmektedir. Odaların arkaya ve kaskadlı termal suları akıtan arka sırta bakmaları, zemine açılan termal havuzunu görmeleri, iç ve dışa bakan özel tanzim edilmiş SPA’nın da fiziksel ve psikolojik açılardan kullanımına maksimum faydaları, otel mimarisinde bugüne kadar dikkate alınarak tatbikata geçirilmiş özellikleridir. Tasarımı 2008 de tatbikatı, 2011 ortalarında bitirilmiştir.



Metin Hepgüler’in ITAC International Turkish Architects Corporation firmasının özellikleri neler?



Architects Association Ltd. 1969 yılında İsviçre’de, ITAC International Turkish Architects Corporation 1993 yılında ABD’de Metin Hepgüler tarafından kuruldu. Prof. Metin Hepgüler’in amacı, uluslararası çalışmaları ile Türk kültür ve sanatsal zenginliğini dünyaya tanıtılması oldu. ITAC çatısı altında, Türkiye, Suudi Arabistan, Libya, Siera Leone, İsviçre, Almanya, Meksika, B.A.E., Arjantin, Türkmenistan ve Avusturalya’da 566 proje gerçekleştirilmiştir.



Metin Hepgüler, hayatını ve işini nasıl anlatıyor?



Arkitera.com’da 17 Nisan 2010 tarihinde yayınlanan “Benim Bütün Derdim Batı'dakilerin Türkler'in Kıymetini Öğrenmesi” başlıklı röportaj şöyle; 


1931 yılında Kadıköy, Moda’da doğan Metin Hepgüler, oldukça genç yaşta katılmaya başladığı ve kazandığı yarışmalarla adını yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da başarıyla tanıtmış ünlü bir mimarımız. 


İlk bürosunu henüz İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenciyken, 1948 yılında Sirkeci’de açan Hepgüler, Konya Belediye Sarayı Yarışması sırasında tanıştığı Doğan Tekeli ve Sami Sisa’yla Site Mimarlık Bürosu’nu kurdu. 10,5 yıl süren ortaklıktan sonra, yurtdışında çalışma kararı alarak 1961 yılında İsviçre’ye giden Hepgüler, burada Prof. Salvisberg / Dr. Rohn bürosunda 20 ay dizayn şefi olarak çalıştı ve yalnız olarak 3’ünde birincilik, 2’sinde de ödül aldığı 5 yarışmayla birlikte 11 proje hazırladı. Metin Hepgüler her zaman Türk mimarlığını dünyaya tanıtmak gayesinde olduğunu dile getirdi ve bu amaçla 1968 – 69 yıllarında İsviçre’de Architects Association GmbH’ı ve 1993 yılında ITAC International Turkish Architects Corporation – USA / Delaware’i kurdu. 


Mimarlık hayatı boyunca California Polytechnic – USA’den, ETH – Zürih’ten ve Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden profesör olarak ders vermesi için davet alan Hepgüler, 1981 yılında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dan aldığı şeref temsilcisi ünvanı ile, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Kültür Bakanı İstemihan Talay, Orman Bakanı M. Halit Dağlı, Orman Bakanı Hasan Ekinci, Bülent Eczacıbaşı, Güler Sabancı, BMW Borusan Holding, Renault ve Has Otomotiv – Mercedes yöneticileri tarafından verilen prestij sertifikaları ve tavsiye mektupları ile onurlandırıldı. 1991 yılında Suudi Arabistan, Riyadh’da yapılacak VIP Saray yarışması için aldığı daveti en büyük başarılarından biri olarak gören Mimar, bu yarışmada da birinciliği kazandı ve projeleri 1992 yılında tamamladı. 


Metin Hepgüler’in 578 tamamlanmış projesi ve 8.160.000 metrekare proje uygulaması bulunuyor. Bugüne kadar 21’i uluslararası olmak üzere 58 birincilik ödülüyle, toplam 168 proje yarışmasından ödül alan Hepgüler bu sayı 170’e ulaştığında yarışmalara katılmayı bırakacağını söylüyor. Yaptığımız söyleşide, ilk soruda başarılarının sırrını sorduğumuz Metin Hepgüler, çocukluğundan günümüze kadar geçen süre içerisinde aldığı kararları, hayatına yön veren dönüm noktalarını ve unutamadığı anılarını bizimle paylaştı: 


Zeynep Güney: Metin Bey, öğrenciliğinizden beri yarışmalara giriyorsunuz, dolayısıyla 170 ödülü, 58 birinciliği buluyor bu başarı. Nedir bu işin sırrı? Nasıl başladınız, nasıl karar verdiniz? 


Metin Hepgüler: Ben genlerime çok inanıyorum. Dedemden, babamdan ve annemden gelen bir takım artılar bu imkanı, perspektifi veriyor. Bestekar Dede Efendi ile Hafız Yusuf Efendi’nin torunuyum. Sanatsal taraf herhalde onlardan geliyor. Yalnız sanıyorum ki en büyük etki ablamın beni yetiştirmiş olması. Eniştem, komodor* Gıyasettin Bey meşhur bir denizaltı kumandanıydı, ablam ve eniştem müthiş bir disiplin içerisinde yetiştirdiler beni. 


İlk mektebe gitmek için Bomonti Polis Karakolu’nda yaşımı büyüttüler ve 6 yaşıma girdiğimde ablamla eniştem beni Bomonti İlkokulu’nun 2. sınıf imtihanına soktular. 21 yaşımda da üniversiteyi bitirdim. Dolayısıyla 2 sene kazandırdılar bana. Üstelik, “Biz Metin büyüyene kadar çocuk yapmayalım,” diyerek bana evlat gibi baktılar. Her hafta başıma bir liste koyarlardı. 5 buçukta kalkacaksın, 6’ya kadar yıkanacaksın, 6’dan 6 buçuğa kadar jimnastik yapacaksın, 6 buçuktan 7 buçuğa kadar dersine çalışacaksın, 7 buçukta kahvaltı yapacaksın ondan sonra da okula gideceksin. Aynen böyle, o haftaki derslerin ağırlığına göre bir program yaparlardı. Tabi o müthiş bir disipline sokuyor insanı. Arada bir kaçamak yaptığım da oldu tabii. Zamanı kıymetlendirmek onların bana aşıladığı önemli bir faktör. 


Ben o sıkıntıları yaşadım. Dünyanın problemlerini geçebilmek herkese nasip olmaz. Üstelik biz altı kardeştik, beş erkek bir kız. Babam ben doğduktan hemen sonra ölmüş. Annemle bana üç aylık maaş bağlamışlardı, 13 Lira 25 Kuruş alıyorduk üç ayda bir. Annem, poğaçayı çok sevdiğim için, aylığımızı aldıktan sonra beni Karaköy’deki poğaçacıya götürürdü. Dört tane ısmarlardı, ikişer ikişer. Ben çok sevdiğim için kendi payımı hemen yerdim. Annem de mahsus “Karnıma ağrı girdi, Metinciğim ben tuvalete kadar gideyim, sen şu poğaçayı da ye, ben gelince ötekini yerim,” derdi. Bir türlü gelmez. Ben birini yerim, sonra gelir “Midem bozulmuş bunu da ye,” derdi. Hepsini bana yedirirdi. 


Neticede biz kıt kanaat zorla geçindik. Sonra ablam aldı beni yanına ve yetiştirdi. Derken, “Biz ailede hep bahriyeliyiz, sen de bahriyeli olacaksın,” dediler. O zamanlar Deniz Harp Okulu Ada’daydı, beni oraya göndermeye karar verdiler. Bunun için önce Kasımpaşa Hastanesi’nde muayene olmam gerekiyordu, oradan da okula gönderiyorlar hemen. Ankara’daki Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra beni Kasımpaşa Hastanesi’ne gönderdiler. Muayene eden doktor, “Bir toplardamar şişkinliği var bacağında, onu 5-10 dakikada küçük bir operasyonla alalım. Al şu pijamaları, yarın seni harp okuluna göndeririz,” dedi. Tabii ben hem Deniz Harp Okulu’nu istemiyordum, hem de ameliyattan korktuğum için, araya sora hastanenin bodrumundan, pijamaları bırakıp kaçtım. Kasımpaşa yokuşundan bir inişim vardır, hiç unutmam... Nerede kalabilirim diye düşündüm, bir ahbap vardı Hadiye Hanım, onun evine gittim. Anlattım durumu, “Ama aileme söylemeyin, ben bahriyeli olmak istemiyorum” dedim. “Peki ne olmak istiyorsun” diye sordu ben de nereden aklıma geldiyse, “Mimar olmak istiyorum, birkaç gün burada kalayım Teknik Üniversite’ye başvuracağım” dedim. “Peki ama çok fakirim bana ayda 70 Lira verirsen sana bakarım, yemek yer yatarsın,” dedi kabul ettim. Tabii bende beş kuruş yok! 


2-3 gün sonra Teknik Üniversite’ye gittim. Puanla giriş vardı o zamanlar, en yüksek 13 dersten 130 puanla giriliyordu, 13 dersten 10’ar puan. Lise bitirme yazılı ve sözlü imtihanlarda cebir ve geometriden 5 soru çekiyor, üçünü seçip yapıyordun. Cebirim biraz kötüydü ama astronomim hep çok iyiydi. Cebir sınavında soruları hocamın seçmesini istedim, önce olmaz dedi ama sonra peki şu sorudan başla dedi. Başladım, bir, iki, üç... “Ötekileri de yapayım,” dedim, “Hadi çık, 10 aldın,” dedi. 


1948’de üniversiteye girdiğimden 1 yıl sonra, 1949’un sonunda Sirkeci’de bir büro açtım. Bir sene orada kaldıktan sonra Akerhan’a geçtim. Akerhan’daki yerin sahibi müteahitti ve sanırım Anadolu’ya gidecekti, bu nedenle orayı olduğu gibi bana bıraktı, kirasını sen öde dedi. Haliç’in kenarında, Galata Köprüsü’nün başında çok güzel bir yerdi. İki sene de orada çalıştım. Tabii imza yetkim olmadığı için, müteahhit gibi çalıştım. Mesela Erenköy’de 5 odalı bir ev yapılacak, toprak hafriyatını kim kaça yapacaksa ben %20 eksiğine yaparım diyordum. Koşup amele arıyordum. Buluyordum 4-5 kişi, kazma kürek alıyordum onlara kazdırıyordum. Mal sahibinin hoşuna gidiyordu, taş duvarını da bana yaptırıyordu. Böyle 47 tane ev, 2 tane de Kızıltoprak’ta apartman işi yaptım. 


Bir seferinde hafriyata başlarken, kabarmış toprağın, yeşilliklerin içerisinde arı kovanı varmış, adamlardan biri kazmayı vurunca arılar bulut gibi çıktılar. Birkaç kişiyi soktular. Bende de şeffaf bir yağmurluk vardı, ona sarındım ve olduğum yere çömeldim. O halde yarım saat bekledim. Arılar kovanını bırakmaz birkaç gün gezerler buralarda dediler, neticede bir hafta bekledik çalışmaya devam etmek için. 


Başka bir anım da şöyle, İçerenköy’de, bir yüzbaşıya villa yapacağız, zemini kazmaya başladık, kaya çıktı. Amelelerden biri ben dinamit atmasını bilirim dedi. Karakoldan müsaade almak gerekiyormuş, bilmiyorduk. Bir - iki gün sonra müsaade almadan, dinamitleri yerleştirdik ve saklanıp beklemeye başladık. Üç tane arka arkaya patladı, “Kaç taneydi?” diye sordum, “Unuttum,” dedi. Peki bekleyelim o zaman dedik, bir süre sonra “Sen dikkatlice git bir bak,” dedim. Ayağa kalktı, iki adım ancak atmıştı ki 4. dinamit patladı. Meğer en güçlülerden biri oymuş ve her tarafa taşlar saçıldı. O uçan taşlar karşıdaki evin çatısına düştü, kiremitlerini kırdı. Ertesi gün kiremit gönderip, tamir ettirip, mal sahibinin gönlünü aldık. 

Tekrar konkurlara başladım. Konya Belediyesi konkuru sırasında da Doğan ve Sami’yle çalıştık. Onlar benden 1 veya 2 sene önce mezun olmuşlardı, ikisi de aynı sınıftan. “Konya konkuruna giriyor musun?” diye sordular, “Giriyorum,” dedim. “Gel beraber girelim,” dediler, “Beraber girersek ayrı projeler mi vereceğiz? Nasıl olacak birinden biri kazanırsa veya kaybederse?” dedim. “Yok, bir proje verelim. Eskizleri yaptıktan sonra üçümüz bakıp karar veririz, hangisi iyiyse onu veririz,” dedi. “Tamam” dedim. O zaman da Tünel’de küçük bir bürodayız. Birkaç gün sonra gittim etüdümü gösterdim, karşılaştırdık. “Tamam, seninkini şöyle yapalım onu verelim ama perspektif çizecek vakit yok,” dediler. Oysa güzel bir perspektif de vermemiz gerekiyordu ve o zamanlar elle çiziliyordu perspektifler. “Bir arkadaş var mektepte, 3. sınıfta. Durmadan kalıyor, fakat eli çok iyi, ona parayla çizdirelim,” dedim. Kabul ettiler işi çocuğa verdik. “Teslim günü şu saatte getirirsin,” dedik, parasının da yarısını verdik. Çocuk gitti ve teslim günü gelmedi. Baktım Doğan kaşları çattı, “Çok müteessirim ama bunu yapmayacaktın,” dedi. Doğan, ben çocuğu çağırıp, projeyi kendi ismimle gönderiyorum zannetmiş. Ne yapabiliriz diye düşündüm, “Jüriye bir rapor verelim, hadiseyi açıklayalım, 2 gün müddet versin bize,” dedim. “Ne olacak 2 gün müddet verse bize? Yine aynı projeyi mi vereceğiz?” dedi. “Aynı projeyi değil. Hemen değişiklik yaparız, farklı bir proje veririz, perspektifi de ben çizerim,” dedim. ”O zaman nasıl biliyorsan yap bakalım,” dedi bana. Sinirlendi ikisi de. Jüriye yazdık, etütleri de postayla bilgileri için gönderdik, kabul ettiler. Sonra ben iki gün sabahlayarak serbest elle bir proje çizdim. Eskiz kalemiyle de hemen diğer çizimleri yaptık, verdik gitti. Netice ilan edildi, son yapılan proje birinci, çocuğun bizden aldığı mansiyon aldı. 


Konya konkurunu kazandıktan sonra Site Kollektif olarak, ortak çalışalım dediler. %33,3 hisseyle üçümüz, yaklaşık 10,5 sene birlikte çalıştık. Daha önceleri Doğan ile Sami beraber çalışarak etüd yaparlardı, ben de en arka masada ayrı çalışıyordum. O zamanlar Hipyal Palas’a geçmiştik. Projeleri ayrı ayrı çizer, sonra yine karşılaştırırdık. Kendimiz karar veremezsek, 7-8 kişi çalışıyordu, onlara sorardık. Onlar da %90 benim yaptığım projeleri seçerlerdi. Bir süre sonra Doğan bu duruma sinirlenmeye başladı. Bir gün bana dedi ki: “Metin bu sefer değişik bir şey yapalım, senin yaptığın eskizi biz serbest el çizelim, benim yaptığım eskizi sen serbest elle çiz. Sonra duvara asalım, karar versin çocuklar”. Kabul ettim, hiç kimseye göstermeden hazırladık projeleri, sonra değiştirdik. Ben onların kaba eskizi üzerinden gittim, onlar benimkinin üstünden gitti. Ertesi sabah büroya astık, yine 7-8 kişiye sorduk: “Bu ikisinden birini vereceğiz, hangisini verelim?” Hepsi bir süre baktı, sonra Kıbrıslı Ahmet Ünsal biraz gülümsedi, “Abi bu oyunu bize niye yapıyorsunuz? Bunu Metin Abi yapmış, bunu da siz yapmışsınız, ben Metin Abi’nin projesini seçiyorum,” dedi. 


Birkaç gün sonra Doğan’la Sami’ye yurtdışında çalışmayı teklif ettim. “Arkadaşlar, biz Türkiye dışında da çalışmalıyız. Baksanıza mitingleri önlemek için Galata Köprüsü’nü kaldırıyorlar, bir yandan komünistler, diğer yandan polislerle öğrenciler birbirine giriyor. Böyle bir karışıklık içinde, Türkiye’de işe devam edelim ama dışarıda da bir imkanımız olsun,” dedim. Sami nispeten pozitif bakıyordu hadiseye ama Doğan “Lüzum yok,” dedi. ”Doğancığım lüzum var, görüyorsun olayları. Bir kere Türkiye kısıtlı. Avrupa Türkiye’yi tanımıyor. Tamam işimiz var, konkur yapıyoruz ama nereye kadar?” dedim. Doğan ve Sami’yle birlikte 10,5 yılda 39 yarışmaya katıldık. O gün ilk defa biraz sert konuştum: “Sami’yle sen sınıf arkadaşısın. Sen iyi bir dereceyle mezun olmuşsun ama Sami vasat. Neden Sami’yle ortaksın söyler misin?” dedim, sustu. “Ben sana söyleyeyim. Çünkü o Yahudi ve Yahudi cemaatinden sana iş getiriyor. Sen Ispartalısın, İstanbul sana bu yüzden Paris gibi görünüyor. Ama dünya böyle değil, çok farklı. Ben gideyim öncülük yapayım, muvaffak olursak siz de gelin,” dedim. “Peki o zaman sen git başla bakalım,” dedi Doğan. 


Ben bir akseptans** bulup İsviçre’ye gittim. Bir firma da bir ay kadar çalıştım ve bir ilkokul projesi yarışması vardı, onu kazandım. Maaşım 900 İsviçre Frank’ıydı, 1.000 oldu. Ama ben Zürih’te, iyi bir büroda iş arıyordum. Neticede bir ilan buldum, Prof. Salvisberg & Dr. Rohn Mimarlık Ofisi. Salvisberg, Le Corbusier’in rakibi olarak görülüyordu, İsviçre’nin yetiştirdiği iki büyük isimden biriydi. Dr. Rohn, ne kadar maaş aldığımı sordu, “900 alıyordum, 1.000 yaptılar,” dedim. “Sizin özelliğiniz ne?” dedi, “Konkur yaparım, çalışırım,” dedim. “Biz 1.200 veririz. Çok büyük, güzel bir konkur var ama ilan edileli çok uzun zaman oldu, teslime de yirmi iki gün kaldı, onu yapamayız. Başka bir konkur daha var, hastane projesi. Ona 4 ay var, şartnamelerine bakın isterseniz,” dedi. Kabul ettim, “Yarın başlıyorsunuz,” dedi ve bir oda verdi bana, içinde üç tane boş masa vardı. 


Oradan çıkınca o akşam biraz yürüdüm. Gezerken Louis Armstrong konserinin afişini gördüm. Armstrong müziğini çok seviyorum. Gölün kıyısındaki Kongre Binası’ndaydı konser. Gittim en ucuz bileti sordum, 17 ve 25 Frank’lık biletler varmış tükenmiş. Önden ikinci sırada 35 Frank’lık iki kişilik yer vardı. Baktım cebime ucu ucuna yetecek kadar para var, “Peki bir tane alayım,” dedim. Nefis bir konserdi. Konser bitti, çıktım. Zürih’te hava hep kapalıdır, genelde mehtap pek olmaz. Alp Dağları’nın çukurunda olduğu için hep bulutludur. Koskoca bir mehtap vardı o gece. Dikkatle baktım, “Allah’ım sen bir zenciye bu kadar güzel ses ve bu kadar kabiliyet verdin, Zürih Opera binası konkuruna girmek istiyorum, bana yardım et,” dedim. 



Onun ardından hastaneyi de kazandık. Başka konkurlara katıldık. O arada, Türkiye’de de konkurlar yapıyorduk ve ben gidip geliyordum. 15 gün burada 1 ay orada kalıyordum. Opera yarışmasından sonra Rohn benim maaşımı 2.500’e çıkardı, “Kimseye söyleme çünkü burada maaş yaş sırasına göre verilir, 62 yaşında biri var, o 2.000 alıyor,” dedi. O sıralar Sami’yi çağırdım. Üç ay o da çalıştı Rohn’da. Yılbaşında Doğan’ı da çağırdım. Güzel bir yer ayırttık bir gece kulübünde. Sami, Doğan ve eşlerimizle birlikte oturduk. Her birinin önüne birer kese koydum. “Bu ne?” dedi Doğan, “Kollektif değil mi? Şirketten aldığım maaşın 3’te 1’i benim, 3’te1’i senin, 3’te 1’i de Sami’nin,” dedim. Saat 12’de yeni yılı kutlamak üzere müzik çalmaya başladı. Bir baktım, Kabares’in sahibi hanım, üzerinde mumları olan koca bir pasta getirdi, “Bu bizim size hediyemiz,” dedi. ”Bakın bunlar ortaklarım ve hanımları, bu da benim eşim,” dedim. Ne konuşuyordunuz diye sordu. Ben de “Avrupa’da çalışmanın avantajlarını anlatıyordum kendilerine, Türk olarak burada da bir büromuz olsun istiyorum,” dedim. “Onlar ne diyor?” dedi. “Bildiğim kadarıyla daha kararsızlar,” dedim. Bu sefer Sami’yle Doğan’a döndü, “Metin Bey her gece 3’te buraya gelir, sabaha karşı. Kendisine sorarım, bürodan geliyorum der. 4’e kadar oturur, kapanırken gider evine yatar, ertesi gece yine gelir. 4’ten 7’ye kadar uyur, sonra yine çalışır,” dedi ve torbaları göstererek “Bunlar size verdiği hediyeler mi?” diye sordu. “Küçük bir yılbaşı hediyesi,” dedim. “Ben size bir tavsiyede bulunayım, bu ortağınız ne derse yapın, kaçırmayın,” dedi, hiç unutmam. Yılbaşına da öyle girdik. 

Ben sonra tekrar İstanbul’a geldiğimde, Doğan “İstersen bu ortaklığı bitirelim. Sen Avrupa’yı istiyorsun, büro bize kalsın,” dedi. “Ben kopup gitmiyorum, Türkiye’yle ilgim devam ediyor. Eğer bu büro, Hıpyal Palas size kalsın istiyorsanız bunun yolu şudur: Siz Sami ile ortak olmadan yapamazsınız. Benim sizden ricam, beraber yaptığımız referansları kullanmayalım. Hukuken bir sonuca bağlayalım, 2 sene ayrılık sözleşmesi imzalayalım, siz 2 sene sonra yine birleşin. O 2 senede ben de kendimi Türkiye’de yalnız olarak ispat edeyim. Bir de şirketin bu ismini kullanmamalısınız, çünkü bu şirket kurulalı 2 sene olmuştu, ama on buçuk yılı benimle geçti. Büroyu da açık arttırmaya koyalım, kim arttırırsa ona kalsın burası,” dedim. Biraz bozuldular ama mecburen böyle olacak. İki tane avukat çağırdık, oturduk 39 konkurun ismini yazdık. Arttırmaya girdik. O zamanlar devletin hisse senetleri vardı, %3 faiz veriyorlardı. Bende onlardan çok vardı. “İşleri de arttırmaya koyalım,” dedim. Önce işleri paylaştık, Neyir Tekstil Fabrikası ve IMÇ’nin kontrollüğü hariç hepsini ben aldım. Onlar ne verirse ben daha fazla verdim. Sıra büroya geldi. Yüzüğümü çıkardım, saatimi çıkardım, hisse senetlerini koydum, “Siz ne veriyorsunuz?” dedim. “Madem öyle, al o zaman,” dediler. Not ettirdik notere, büroyu da ben aldım. “İçeri geçelim, bakalım kim kimle çalışmak istiyor,” dediler. Çocukları çağırdık, “Biz ayrılmaya karar verdik, kim kiminle çalışmak istiyor?” dedik. “Doğan ile Sami aslında beraber çalışacaklar, öyle hissediyorum, ona göre karar verin, bir de benimle çalışmaya karar verirseniz ben en az 3-4 ay aylık veremem çünkü üstümde para kalmadı, burayı aldım bir de işleri aldım,” dedim. Yahudi çocuk “Ben Metin abiyle kalmak isterim ama Sami abi beni işe soktu. Biliyorsunuz ben Yahudi’yim mecburen onunla gideceğim,” dedi. Bugün akademide hoca olan hanım “Ben Doğan Bey’le kalıyorum,” dedi. Ötekilere döndüler, diğer beşi “Biz Metin Abi’yle kalacağız,” dediler. 


Başladık konkurlara ve diğer projelere. Ayrılıktan sonraki Türkiye’de kaldığım ilk 3 sene içinde, bütün konkurları ben kazandım. MİT Ankara Merkezi, Kurtboğazı Ankara Tanzimi, Gölbaşı Polis Eğitim Tesisleri, Harbiye Ordu Evi, Sofya Atatürk Evi yarışmalarını birincilikle kazandım. Ondan sonra bürolar arası seçimleri kazanarak, Şeker Sigorta, TSKB, Tofaş-Aygaz Genel Müdürlük Binaları, General Elektrik, Kav Orman Sanayi, Fürsan Fermantasyon Ürünleri, Philips-Tekfen ve Rabak Alüminyum Fabrikası projelerini yaptım. Sonradan öğrendim ki, maalesef bu süreçte benim aleyhimde sözler söylemişler. Bilhassa Doğan, “Metin hep işi alır ama Avrupa’da yaşar. İşiniz yarım kalabilir,” gibi sözler ile işverenlere ikazda bulunmuş. Kısacası bazı hoş olmayan şeyler yaşandı. 


Hiç unutmam, Harbiye Orduevi’ni kazandıktan sonra bir hocamız Hıpyal Palas’a geldi ve benim Mason olmamı istedi. “Masonluk hakkında bir fikrim yok,” dedim. Okuyayım diye bir kitapçık verdi. Anneme sorayım dedim. Annem “Aman evladım böyle şeylere yanaşma, Atatürk’e de teklif etmişler, kabul etmemiş. Biz Müslüman’ız, karışma böyle işlere,” dedi. Yaşadığım ve mesleğimi icra ettiğim süreçte gruplara, cemiyetlere iltisak etmiş olanlara nazaran çok daha kaliteli sanatkarlar, meslek adamları, iş adamları mevcut olduğunu gördüm, özellikle mimarlık gibi geniş perspektif birikimi isteyen bir sanatta. Yatırımcı veya işverenin iş verirken bu kalite farkını görerek seçim yapabilmesi önemli. Bu şekil, yani tarafsız olmak, işverene maddesel ve sanatsal kazanç getirir, cemiyetlerin kalite ve değer yargılarını pekiştirir, sanatkara ufuk açar. 


Şimdi baktığınız zaman, Batı’da, hatta Doğu’da gösterdiğim potansiyelin 1/10’unu yapanın bana nazaran 10 misli ismi var, 10 misli maddi imkanı var. Neden peki akıntıya kürek çekiyoruz? Çünkü akıntı bizim milletimizin geçmesi gereken bir akıntı. Hepimizin, millet olarak bu akıntıya kürek çekmesi lazım, aksi takdirde bizim kıymetimizi Batı’da kimse takdir etmez, etseler de anlamış gözükmek istemezler. Dolayısıyla bir taraftan tarihsel, kültürel, iklimsel zenginliğimiz, yaşam perspektifimizin zenginliği diyoruz ama bunları bir istikamette kullanıp, konsantre edip kendimize muayyen bir standart belirlemiyoruz. Batı’ya karşı görünüşümüzü değiştirmedikçe, bu kıymete erişemedikçe, biz hakikaten tanınmayan veya yanlış açılardan bakılan bir cemiyet olarak kalıyoruz. Yapılacak şey çok basit; doğru istikamete bakacaksınız, dik ve ayakta duracaksınız, şekil değiştirmeyeceksiniz. En önemlisi yardım elini maddi değil manevi açıdan, karşınızdakine doğruyu öğreterek uzatacaksınız. Çünkü onun da potansiyeli var, onun da potansiyeli en az sizin kadar. Maddi yardımlarla onu sadece tembelliğe alıştırırsınız, oysa yapılması gereken öğreterek, kendi yolunu açmasına, şahsiyet kazanmasına imkan tanımanız. 


Bugün muhtelif üniversitelerden “birincilikle mezun olmuştur,” diye referanslı arkadaşlar geliyor, ben hayret ediyorum. Kusura bakmayın ama bu referansı nasıl yazdırdınız diye soruyorum. Çok iyi bir bürodan mesela detay şefi diye bir arkadaş geldi. Kapı çizemiyor, banyo çizemiyor, hiçbir şey yapamıyor ama detay şefi olmuş. Yeni eğitim sistemi çok düştü. Bir defa bir insanın muayyen yaştan evvel aileden kopması çok yanlış bir hadise. “Nerelisin?” diyorum “Efendim ailem Mardin’de, ayda bir Cumartesi - Pazar gidiyorum,” diyor. “Evladım daha sen yenisin. Kiminle oturuyorsun?” diye soruyorum, “İki kız arkadaşımla ev tuttuk,” diyor. Yemeği, trafiği, kullandığı lisan, mesleğe yaklaşımı farklı, bir de gittiği mekteplerdeki hoca kalitesi, öğretim kalitesi farklı. Neden? Çünkü hocaları da otuz yerde birden ders veriyor, aylığını toparlamaya çalışıyor, zamanı kısıtlı. Bu keşmekeş içerisinde gerekeni ona nakledemiyor. Aileden kopuk, eğitimden kopuk geçiyor en önemli yılları, sonra da meslek... Avukat için de bu böyle, doktor için de, mimar için de. Yani karşınızda kaliteli adam bulmak için şansınız bile kafi değil. Muayyen bir yaş seviyesinin üstünde ve hakikaten koninin üstünde ideal bir tip olmalı ki diğerlerinde sıyrılıp o noktaya gelmiş olsun. İmkansız. Kalite böyle düşüyor. 


İnsanlıkta inanılmaz bir düşünce zaafı var. Böyle cemiyetler içinde de “Falanca isim yapmış,” deniyor. Sen Rolls-Royce’la gidiyorsun adam Fiat arabayla gidiyor. Aynı trafikte, aynı istikamette Ortaköy’e gidiyorsunuz. Ne fark etti? İkiniz de yüz metrede bir kırmızı ışıkta duruyorsunuz. Sen onun yolunu, o senin yolunu trafiğe uygun olmayan hareketlerle kesiyorsunuz. Buradan çıkışınla oraya varışın onunla tıpatıp aynı. O yüz liraya gidiyor, sen on liraya gidiyorsun. Moral mi veriyor sana o tip arabaya binmiş olmak? 


Bence hakikaten iyi yönetildiği takdirde halkımızın beyninde, vücudunda, toprağında hammadde zenginliği var. Bunları iyi işleyip iyi kullandığımız takdirde standardımız yükselir. Ve hakikaten ben, Türkiye’nin batıda Amerika dahil hiçbir memleketin ulaşamayacağı bir seviyeye geleceğine eminim. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, ilk senelerde yaşanan akümilasyon korkunç bir sürat. İyi olanı bozmayın, kötüsünü işleyin, onu düzeltmeye çalışın. Herkes hazıra konar ama hazıra konduğu zaman onun ödeyeceği bedel çok ağır olur. Atatürk’ün Nutuk’undaki her bir cümle atasözü gibidir. O kadar çok sayfalı bir kitapta her bir cümlenin bu kadar kıymetli olduğunu başka hiçbir kitapta görmedim, okumadım. Ata istikbali okuyor. Amerika, ben size havadan haber vereyim siz Irak’a girin diyor. Atatürk diyor ki hiçbir zaman bir ülkeyi havadan hükmedemezsiniz, zaptedemezsiniz, piyadeyle yürüyerek zaptedilir. Teknoloji vardır ama bu teknoloji, orayı ele geçirmeye yaramaz. Dört senede dört bin Amerikan askeri öldü, şimdi Amerika’da Bush’a karşı yürüyüşler yapılıyor. Bizde 250.000 kişi ölmüş Çanakkale’de! Oradaki anıtları yaparken her gün siperleri, mezarları gördükçe üzüntüden kahroluyordum. 


Benim bütün derdim Batı’dakilerin Türklerin kıymetini öğrenmesi, bu kıymetin Batı'ya öğretilmesi. Türkiye’ye yatırım yapıyor sandığımız yabancıların amacı burada parasını üretmek ve herhangi bir riske girmeden gelirini artırmak. Buna yatırım denmez. Yatırım, kalben ve bağlılıkla orayı kalkındıracak girişimde bulunmak, kalkınırken de dozunu aşırmadan kendi geri dönüş hissesini alabilmek demektir. 


Yatırımcı sıfatı ile bana gelenler, bu projeniz yatırımı ne kadar diye soruyor, diyelim 150.000.000 Dolar, iki senede de biter. Satıştan %100 kazanabilir miyim diye soruyor, kazanırsın ama kime satacaksın diye soruyorum, tabii ki Türkler’e diyor. Peki %100 kazanacağın parayı sana verecek o Türk o kadar parayı nereden kazanıyor? Yatırımcı sıfatı ile gelen kendi memleketinde o miktarı kazanç olarak alabiliyor mu? Hayır. 


Alt tabaka orta tabakaya, orta tabaka zengin tabakaya ne kadar yakın olursa, aradaki farklar ne kadar minimalize edilirse, bu memleket ve insanlık o kadar sükunetle yaşar. Aradaki farkı büyüten, zenginleşen kendini müthiş ve farklı biri zannediyor ve bu genelde globalleşen dünya toplumunun aleyhinde oluyor. 

Ben bakıyorum, bütün iyi niyetime rağmen Zaha Hadid’in yaptığı çalışmayı anlayamıyorum. Resim olarak tamam ama İstanbul buysa eğer, o tip binalar Kartal’da olmaz. Heykelvari hareketler var ama koridoru neresi, odası neresi, deforme pencere camı nasıl kapanacak belli değil. Olmaz böyle şey, aynen tatbiki mümkün değil. Küçükçekmece projesini anlıyorum ama Kartal olabilecek bir proje değil. Bunun gibi başka projeleri de vardı Hadid’in ama hiçbiri tatbik edilmedi, edilemedi, tatbik edilen de derhal normal bir statüye ve strüktürel forma oturdu. 

Gökdelenleri büktükleri zaman ne oluyor? Hakikaten düşünüyorum ve anlayamıyorum. Her şeyden önce statik bakımdan zorlanıyorsun, yani o yaklaşım statik bir çözüm getiremiyor. Eğer birisini manzaraya yöneltiyorsan, diğerinin neden sırtını döndürüyorsun? Niye zorlanıyorsun öyle? Norman Foster’ın binalarını da insani bulmuyorum ama kendi oranları içerisinde, plastik sanat ya da bir mühendislik sanatı olarak anlıyorum. Ama 1.500 – 2.000 kişinin oturduğu gitgide yükselen gökdelenleri anlamıyorum. Daha da yükseğini yaparken içindekini mi düşünüyorsun yoksa diğerini geçme yarışı mı var? Neden bu en yükseği yapma yarışı? Çok beğendiğimiz ve yerine bir benzeri gelmeyecek Frank Lloyd Wright, 50 metreden yükseğini yapmayın diyor, sen 850 metreye yükseltiyorsun. Kalbi olan bir adam oraya nasıl çıkacak? Kalp rahatsızlığı olmasa bile o asansörlerle, süratle belli bir yüksekliğe çıkmak rahatsız eder insanı. Statik bakımdan hepsi gitgide daralıyor. Kıymetli olan aslında tabiata yakın olandır, ama bunlarda tabiata yakın olan ucuz, en tepedeki, bir işe yaramayanı en pahalı oluyor. Mühim olan hakikaten insani ölçülerde, psikolojik ve fiziksel olarak insan sıhhatine en yakın, tabiatla entegre olunabilen noktada durmak. Tabiat deyince akla sadece ağaç gelmemeli, çöl de tabiattır, su da tabiattır. O zaman insanlar da birbirini üstün görmez, herkes eşitliği kavrar. 

Kaddafi’nin Libya çölünde orman yetiştirmesini, bizlerin ise tersine yeşil alanları inşaata açmasını nasıl cevaplayabilirsiniz. Bir aileye gerekli oksijeni kaç yıllık bir ağacın verdiğini söyleyeni, bileni duydunuz mu? 

ZG: Zürih, Monaco ve Los Angeles’daki ofislerinizde kaçar kişi çalışıyor? 

MH: Hep 6’şar – 7’şer kişi çalışıyor. Projenizi A’dan Z’ye bitirmek istiyorsanız, o projede çalışan mimarların sayısı 4 kişiyi geçince iş sizin inisiyatifinizden çıkmaya başlıyor. Avrupa’daki çalışma prensibinde herkes ayrı bir kategoride, bilgisi dahilindeki işi yapar; altyapısıyla başka biri, tesisatı veya statiğiyle başka biri ilgilenir. Yani branşlar iyice ayrılmış ama ben bundan pek hoşlanmıyorum çünkü onları topladığınız zaman bina teknolojik olarak ağırlık kazanıyor ama aynı yaşam sıcaklığına erişmiyor. Ne kadar büyük olursa olsun, bir projede 4 – 5 kişi çalıştığı takdirde daha iyi entegre oluyorlar, daha fazla etüt etme imkanı doğuyor. Bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda bütün eskizleri ben kendim hazırladım. Detayını da konseptini de ben hazırlıyorum. Dolayısıyla o projeyi hazırlayacak arkadaşların soruları da tek merkeze geliyor. Düşünün 100 kişilik bir büro olduğu zaman siz aynı anda 10 proje yaparsınız ama her birinin ayrı yöneticisi vardır ve hepsi sizin yaptığınız projenin karakterini yansıtmayabilir. 

Bugün Norman Foster’ın Zurich Grand Hotel civarında yaptığı ek rezidans ve otel binası herhangi bir meslektaşımızın yapacağından daha iyi değil. O çok beğendiğimiz Grand Hotel’in yanında detayıyla, malzemesiyle, konumuyla, şehircilik anlayışıyla o proje yakışmıyor. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için sizin birebir konuyla ilgilenmeniz lazım. O süreç içerisinde projede çalışan kişilerin sayısı arttığı zaman kontrolü kaybedersiniz. Zaten yanınıza gelen kişi işi tam bilmiyor, belli bir seviyeye gelene kadar 3 – 5 seneniz onunla geçiyor. Eskiden en kalabalık zamanımız da 27 – 28 kişiyle çalıştık ve o zaman da 4’er kişilik ekipler halindeydik. O zamanlar yaptığımız projelerde bugünkü kadar tekniğine girilmiyordu, standart elektrik ve tesisat sistemleri vardı. Şimdi yenilikleri takip edip, hangisi daha kolay adapte olur, hangisi daha uzun vadelidir, hangisi ekonomiktir ve hangisi sizin yapı karakterinize uyar, bunları bilmeniz gerekiyor. Mesela İstinye Borusan’ın projesi 10 ayda bitti ama inşaatı 4 sene sürdü. Hem teknolojik bakımdan hem de onun vereceği servis bakımından her şey sürekli değişiyor. 

ZG: Bu üç ofis arasında koordinasyonu nasıl sağlıyorsunuz? 

MH: Her sorunun halli, her etüdün verilmesi için ben gidip geliyorum. 

ZG: İstanbul’a ne sıklıkla geliyorsunuz? 

MH: İstanbul’a 1961’den beri gidip geliyorum. Bütün projeleri dış büromda hazırlıyoruz. Yurtdışındaki ve buradaki işlerimin durumuna göre İstanbul’a gidip geliyorum. Buradan bir proje isteniyor ise teknolojik bakımdan yüklü bir projeyse yurtdışında da çalışıyor olmanın avantajından faydalanıyorum. Yurtdışındaki teknolojiyi buradakine adapte ederek kullanıyoruz. Dolayısıyla konsept projesi tamamen bana ait olan projelerin bütün ilerleme etaplarını da kontrol ediyorum. 

ZG: Bundan 40 – 50 yıl önce Türkiye’de mimarlık yapmakla bugün mimarlık anlayışı arasındaki farklar neler? İşverenle ilişki kurmak kolaylaştı mı, yoksa daha mı zor? İşverenlerin bakış açısı değişti mi? 


MH: Bugünkü işveren kalitesi eskiye nazaran çok düşük, bu kesin. Bazı anılarım var, onları düşününce müthiş hisleniyorum ve bugünkü durumla mukayese ederken onları baz olarak alabiliyorum. 


Bugün bazı holding sahipleriyle görüşmelerimiz olduğunda, birçoğu ya bir şeyleri unutuyor ya da verdikleri cevaplar benim sorularımın tam karşılığı olmuyor. Oysa eskiden her şey çok netti. Mesela 30 – 35 yaşlarındayken rahmetli Vehbi Koç’a bir şey sorduğumda mutlaka 48 saat içerisinde yazılı olarak bana cevap verirdi. Üstelik kaliteli bir insanda olması gereken çocuk saflığında cevaplar verirdi. Mesela Tofaş – Aygaz binalarının açılışından iki gün sonra bir yazısında: “Bu projeyi, kullanılmaya başladıktan sonra anladım ve sizi daima takdir ettim,” diyor. Bunu bugün kim söyleyebilir? Amerika’da ameliyat olduktan sonra yazdığı mektubunda da “Benim sıhhatimle çocuklarımdan önce siz ilgilendiniz,” diyor. İşte en büyük, en zengin holding sahiplerinden biri. 

Asım Kocabıyık’ın bir yazısı var, “Dünya çapında mükemmel bir mimarsınız. Bana Borusan Otomotiv Nurhan Kocabıyık Okulu’nu, İstinye’yi yaptınız. Ama üzüldüğüm bir konu var, isminizi yaşatacak bir çocuk yapmadınız,” diyor. İsminizin yaşaması çocuğunuza bağlı değildir, yaşadığınız sürece yaptığınız işler isminizi yaşatır. 

Bülent Eczacıbaşı’nın çok güzel yazıları var, Prens Charles’ın var, Suudi Arabistan Ordu Kumandanı General M. T. Tunusi’nin, İran Şahı Pehlevi’nin yazıları var. Mesela Kaliforniya Politeknik Üniversitesi Rektörü W. Mike Martin bir yazısında “Sizi buraya profesör olarak davet etmemizdeki gaye, yalnız talebelerimize değil, biz hocalara da ders vermenizdir,” diyor. Bunu bir Amerikalı kolay kolay söylemez. 

Alman BMW Genel Müdürü Rudolf Wallisch ve Genel Müdür Yardımcısı Hans de Visser’in çift imzalı bir yazısı var ki, edebi bir eser niteliğinde: “Sizinle BMW’nin açılışında tanışmaktan şeref duydum. Her girdiğimiz mekanda BMW teknolojisiyle sanatsal birleşimin bugüne kadarki en güzel harmonisini gördük. Güzel kelimesi yaptığınız binayı tarif etmeye kafi değil. Bu binanız Türkiye’yi ve İstanbul’u dünyaya tanıtan bir bina olacaktır,” diyor. Daha sonra da bir vesika gönderdiler, girişte, holde asılıdır, orada da BMW için proje yapacak bütün mimarların Türkiye’ye gelip İstinye’deki BMW Binası’nı görmelerini şart koşuyor. 

Geçenlerde, henüz bir sene olmadı, bir grup mimar İstanbul’u gezmeye gelmiş ve Le Corbusier’in binasını görmek istediklerini söylemişler. Otel resepsiyonundan bana telefon ettiler, biz bilmiyoruz Metin bey siz yardımcı olabilir misiniz diye. Düşündüm, ben öyle bir bina bilmiyorum. Çocuklara sordum onlar da bilmiyor ama görmeye geldiklerine göre herhalde vardır dedim ve kendilerine sorabilmek için aşağıya indim. O sırada grup da dışarıya çıkmış, yanlarına gittim, 7 – 8 kişilik bir gruptu. Biri “Biz Le Corbusier’in binasını arıyorduk ama galiba yardımınıza ihtiyaç kalmadı, bulduk,” dedi, nerede buldunuz diye sordum, parmağıyla Harbiye Orduevi’ni gösterdi. Le Corbusier’in çalışmalarına benzetmişler. Onu ben yaptım deyince çok şaşırdılar. 

Bütün bunlar benim için çok büyük iftihar kaynağı. 

ZG: Metin Bey, yurtdışında çalışmakla Türkiye’de çalışmak arasındaki farkı anlatır mısınız? 

MH: Çok farklı. Her şeyden önce yurtdışında mesleki ve özel hayatınızı ayırabiliyorsunuz. Özel hayatınızdan zaman çalarak mesleğinizle ilgilenebilirsiniz tabii ama ecnebi çalıştırıyorsanız onlar bu işe iştirak etmez. Milyon verseniz Cuma günü öğleden sonra ve Cumartesi - Pazar günleri çalıştıramazsınız onları, seyahate de gönderemezsiniz. Dolayısıyla kurallar ve süreçler çok farklı. Burada mal sahibi projeyi yapmaya 10 senede karar verir fakat size geldiğinde o projenin iki ayda hazırlanmasını ister, yurtdışında ise her şey çok önceden programlanır, proje için uzun bir süre verilir. Yurtdışında işveren bir kere sizi seçtikten sonra işinize karışmaz. Dolayısıyla imar durumu gibi muamelelerde bizde olan komplikasyonlar orada hiçbir zaman yaşanmaz. Çoğu zaman zaten siz kendiniz serbest olarak ölçüsünü, etrafıyla uygunluğunu düşünürsünüz, buradaki gibi oradan içeriye şu kadar metre girilecek, maksimum şu kadar yükseklik olacak gibi sınırlar yurtdışında yok. Türkiye’deki bu durum giderek kötüleşiyor, bir proje için 50 tane imza almanız gerekiyor. İtfaiye’nin onayından geçerken, itfaiye buraya 3 tane daha merpen koy diyor, ona da mal sahibi yer kaybediyorum diye karşı çıkıyor. Yangın sırasında insan 33 metreden fazla koşamazmış, bina zaten tek katlı yangında adam pencereden kaçacak, neden 33 metre? O şartnameyi hazırlayan bu işi hakikaten bilen biri mi? sorusu akla geliyor. Ben şimdi bir ameliyat şartnamesi hazırlasam apandisit ameliyatı böyle yapılır diye, adam ameliyat masasında kalır. Bu da aynı şey. Bir yerde çatı arasını %33 kullanırsın diyor, bir yerde %15, başka bir yerde %45. Anlaşılır gibi değil ve bu ölçüler hatta aynı bölgelerde durmadan değişiyor. 


Şimdilik 60 metreyi geçmesin şartı ile proje geliyor, ama siz bir de 150 metreye göre yapın, büro diye başlayalım ama sonra otele çevireceğiz bu binayı diyorlar. Niye böyle yapıyorsunuz dediğim zaman onlar bana öğretiyor: “Otel müsaadesi almak için Ankara’ya gitmek lazım, o zaman bir senede çıkmaz müsaade. Baştan ofis diye başlayalım ama siz temelleri 150 metreye göre yapın,” diyorlar. Onay verenler de sormuyorlar, neden 60 metrelik bina için 70 metre temel kazığı çakıyorsun diye. 

ZG: 2002 yılında Arkitera Diyalog’a konuk olduğunuzda telif hakları konusunda yaşadığınız sorunlara değinmiştiniz. Stad Oteli Projesi’nde nasıl sorunlarla karşılaştınız ve Türkiye’de telif hakkı konusunda neler düşünüyorsunuz? 

MH: Stad Oteli’ni Site Kollektif olarak, ben, Doğan ve Sami beraber yapmıştık ve yarışmayı kazanmıştık. O zamanki hükümet programına göre mal sahibi olan Emekli Sandığı, 3 yıldızlı olarak inşa edilen oteli 5 yıldızlıya çevirmek istedi. Otel, Radisson’a verilecekti, Radisson’un ortağı da Beşiktaş’ın eski yöneticisi Bilgili’ydi. Onlar bu işi yurtdışından bir mimara veriyorlar. Benden, “Ortağınız Sami Sisa öldü, Doğan Tekeli de başka bir mimara verebilirsiniz diye yazı verdi, siz de bir yazı verir misiniz?” diyerek izin istediler. Bu işin hatalarını biliyor musunuz diye sordum ve anlattım; bir, ecnebi mimara fazla para verirsiniz; iki, hukuka aykırı hareket etmiş olursunuz; üç, bizim bu işe yatkınlığımız mimari ve hukuki açıdan bu verdiğiniz insandan daha fazla, dolayısıyla daha ekonomik, daha hukuka paralel ve daha kaliteli bir bina için bu işi bize vermeniz gerekir. Doğan vazgeçmiş olabilir, o zaman bana verin. “Bize anlayış gösterin,” dediler, “Asıl siz anlayış gösterin, en başta memleket için zararlı bir iş yapıyorsunuz,” dedim. Gittiler, geldiler, sonunda bir mimara verdiler, üç misli fiyata. Mahkemeye verdik ve kazandık. Karşı taraf bir şey değişmeyecek diyerek başka bir dava açmış, o davayı da onlar kazandı. Bizim avukat “Metin Bey bir şey değişmeyecekmiş,” deyince, “Bir şey değişmez olur mu, bir şey değişmeyecekse neden satın aldılar da 3 yıldızlıdan 5 yıldızlıya dönüştürmeye çalışıyorlar?” dedim. Bir kere odalar büyüyecek, bir tane restoran vardı en az üç tane olması gerekecek, arkadaki sinema salonu toplantı merkezi olacak, otopark mecburiyeti var onu ayarlamaları lazım, yani her şey değişecek. Dava sonunda mahkeme onların lehine karar verdi, biz Danıştay mahkemesine gittik, bu sefer daha önceki mahkemede karar veren hakimi bu davaya üye olarak soktular ve bizim dosyamızın incelenmesini yine ona verdiler. Değişen hiçbir şey olmadı. 1,5 milyar alacağımız vardı, mahkeme kapandı. 

Türkiye’de mimari telif hakkının ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Avrupa’ya iki - üç hakim gönderdiler, telif hakları mahkemesi için, orada bir iki ay staj görüp gelmişler. Böyle bir şey yeterli olabilir mi? Onlar bu işi iyi öğrenmiş olsalar bile, kanuni tatbikatı yapılmadan misal teşkil etmeden doğru neticenin alınabilmesi imkanı çok kısıtlı. Dolayısıyla hukuken hakkınız çiğneniyorsa bile mahkemeye başvurma kararınızı iyi düşünmek gerekir. 


1999 – 2001 yıllarında yaptığım organik mimari çalışmaların şimdi kopyaları çıkmaya başladı. Artık herkes organikten bahsediyor. Herkes alsın baksın, kopya çeksin, istediğini yapsın umurumda değil, çünkü Türkiye’de telif hakları mevzuu işlemiyor. Telif hakkı, çok medeni ülkelerde anlaşılıp, işlenebilecek bir mevzu. Bir fikri siz mi keşfettiniz yoksa bir yerden kopya mı çektiniz, bunu anlatabilmek, anlayabilmek çok zor ve onu değerlendirecek zihniyet henüz mevcut değil. 

ZG: Yurtiçinde ve yurtdışında üniversitelere çağırılmışsınız ve ders vermişsiniz. Akademik hayata nasıl bakıyorsunuz? 


MH: Hiçbir zaman devamlı hoca olmak istemedim. Çünkü o apayrı bir iş. Zaten bana sorarsanız bütün bir sınıfa ders vermekten hiçbir netice çıkmaz, orada sizi dinleyip anlayacak olanlar 100 kişinin içerisinde 3 – 5 kişidir. Bir de bu devamlılık isteyen bir iş, bizim zamanımızdaki cemiyetteki sükunet ve anlayış olmadığı için, bugünkü karmaşa içerisinde siz bilgiyi hap gibi ağızlarına verseniz bile, onların bunu idrak edip anlaması çok zor. 


Arkadaşlarımın kulakları çınlasın, akşamları evlerine giderken bir kitap versem, yarım saat bak desem, ne yapıp edip bırakıyorlar kitabı öyle gidiyorlar. Ben kendimi düşünüyorum, kütüphaneden çıkmazdım. Bakmadıkça, düşünmedikçe, buraya gelip bilgisayar kullanmakla olmaz ki. Ne çiziyorsun evladım diyorum, öyle duruyor. Önce bir otur krokisini yap, ne yapacağını belirle sonra onu bilgisayara aktar. 


Bugünkü anlayış ile mimarinin insanlığa hizmet verecek süreçleri giderek kısalıyor. Bir bina yapıyorsunuz on senede kullanılmaz hale geliyor. Ondan sonra da iftiharla bakıyorsunuz 800 senelik abidevi yapı ne kadar güzel duruyor diye. İkisi arasında farka bakılsa, bunun nereden geldiği idrak edilebilse mesele hallolacak. 


Kanyon’un önünden, mezarlıktan itibaren aşağıya doğru giderken solunuza, sağınıza bir bakın, insan nasıl rahatsız oluyor. Birisi cam cephe, birisi devasa, yanındaki bodur, Tekfen’in binası üzerine kaçak kat çıkılmış gibi, hepsi farklı farklı... Kanyon’a gelince, ismi güzel, yapıya uyuyor, fakat alışveriş merkezi olarak, büro ve rezidans olarak hataları var. Ofis güneye dönük, oysa ofisler bizim bölgesel kuşağımızda kuzeye bakar ve sabit şimal ışığı alır. Apartmanlarsa kuzeye bakıyor, yıldız, poyraz alıyor, sabah güneşinden sonra, saat 12’den itibaren güneş yan cepheye geliyor. Alışveriş dükkanlarını zengin perspektifte görmek faydalıdır, fakat burada dükkanlar bir tarafa sıralanmışlar, bir de kıvrımlı oldukları için bir bakışta 3 dükkandan fazlasını göremiyorsun, asker gibi yürüyorsun bir tarafa bakarak. Vitrinlerin yansıması da ayrı bir dert. Kuzey rüzgarı aldığı için şimdi her yeri camla, tente ile kapatıyorlar. Mimarının aynı projeyi muhtelif bölgelerde birkaç defa tatbik ettiği söyleniyor, tabii bu hakikat ise, hoş değil. 


ZG: Şu anda üzerinde çalıştığınız projeleriniz neler? 


MH: Şu anda Arjantin MarDel Plata’daki 7 yıldızlı otel projesinin detayları ve uygulama projeleri devam ediyor. Suni ada üzerindeki Ras Al Kaimah Oteli’nin bir kısım detayında ve kral dairesi ile suitlerde değişiklik oldu, daha da büyütülüyorlar. Kemerburgaz’da 45 – 50 dairelik bir apartman projesi var. Bahçeşehir Cennetin Terasları projesi sürüyor. Bursa, Edirne ve Taksim’de otel projeleri başladı. Skyport yüksek bloğu ve çarşısı inşaa halinde. Renault ve Mercedes inşaatları başladı. 


Antalya’da bir otel projesi üzerinde çalışıyoruz, sanıyorum o da örnek bir proje olacak. O projede suni bir tepe yapıyoruz, tabiata uysun diye. Denizden geriye çektik. Lobide bir tabii göl var, onun etrafında balık restoranları olacak. Elegan asansörün yanından tazyikli su çıkarıyoruz yukarıya, tepenin üzerinden, odaların arasından suyu çağlayan şeklinde kaskatlar ile tekrar denize akıtıyoruz. Cephesindeki odalar, tepe kesiti ile kaydığı için irregüler açık koridorlar geniş bir perspektif veriyor. Muhtelif katlarda açık milk barlar, oturma köşeleri var. İlke edindiğim mimari konsepti ile, insanın tabiat ile yaklaşımını temin eden, psikolojikman sukünet ve düşünce zenginliği veren, renkli-tabii perspektifler ile hayal gücü ve yaşam standardını genişleten bir proje olacağını tahmin ediyorum. 



Metin Hepgüler’in Çılgın ada projesi nedir?



25 Kasım 2012 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ceyhun Kuburlu imzalı habere göre; Türkiye’nin prestij projesi olarak planlanan ‘Ay-Yıldızlı Ada’ için mimari patent haklarını alan Mimar Metin Hepgüler’in projesi bakanlıklara sunuldu. 2.4 milyar euro’ya mal olması beklenen Ay-Yıldızlı Ada’ya yerli ve yabancı yatırımcılar büyük ilgi gösteriyor.

Dubai kıyılarına yapılan Palmiye Adası’nın benzeri bir projeyi Türkiye’de de yapmak için düğmeye basıldı. ‘Ay-Yıldız’ şeklinde yapılması planlanan dev yapay ada 2.4 milyar dolara mal olacak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Çılgın Proje’ olarak gösterdiği ‘Kanal İstanbul’dan çıkan hafriyatın kullanılacağı yapay ada için International Turkish Architects Corps Yönetim Kurulu Başkanı Metin Hepgüler’in hazırladığı proje Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunuldu. İzmir ya da Marmara’da yapılacak adayı 2013’te Başbakan Erdoğan’ın açıklaması bekleniyor. 


PATENT HAKLARI ALINDI


Ay-Yıldızılı Ada projesini 3 yıllık çalışmayla hazırladıklarını söyleyen Metin Hepgüler, “Almanya’da yaşayan işadamı Özel Ertürk; Ay-Güneş ada ve bizim Ay-Yıldız ada patentlerimiz alınmış olup beraber çalışmak üzere anlaşma da yapılmıştır. Ay-güneş veya Ay-Yıldızın üst yapılarının tüm projeleri ITAC Corporation/USA ve Metin Hepgüler tarafından hazırlanmıştır. Projenin nereye yapılacağı ise Bakanlıklarla yapacağımız görüşmeler sonucu netlik kazanacak. Ancak Marmara ve Ege öne çıkıyor. Mevsimsel etkenler bu yerin seçimi konusunda etkili olacak. Finike koyu da gündemimizde.”


Projenin yatırım tutarının 2.4 milyar Euro olacağını anlatan Metin Hepgüler, “Projeyle Alman, İsviçreli ve Arap yatırımcılar yakından ilgileniyor. Ancak tüm çalışmalar tamamlanıp gerekli onaylar alındıktan sonra bu yatırımcılar Türkiye’ye gelecek. Yerli, yabancı yatırımcılar ve bankalar projeyle ilgileniyorlar. Bu ilgi sözlü değil hepsinin yazılı ilgi belgeleri alındı” dedi.


45 AYDA TAMAMLANIR


Projeye hükümetin karar vermesinden sonra başlanabileceğini belirten Metin Hepgüler, 40-45 ay içerisinde tüm inşaatın tamamlanacağını vurguladı. Projenin Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve sanatsal tanıtımına da büyük katkı sağlayacağını söyleyen Hepgüler, “Her yıl binlerce turist çekecek bu projenin tanıtımı da çok farklı olacak. Türkiye için her yönü ile çok önemli. En yakın zamanda projenin detayları kesinleşecek” diye konuştu.


Ay-Yıldızlı Ada’nın özellikleri


• Proje 3 yılda hazırlandı.


• Maliyeti 2.4 milyar Euro.


• Yapım süresi 45 ay.


• 1340 tane villa bulunacak.


• 2 bin 200 adet rezidans daire olacak.


• 4 veya 6 tane otel bulunacak.


• Sosyal tesisler,


• Emniyet ve İdari binalar, marinalar


• Dar gelirli aileler için bedelsiz özel tatil bölümü


• Heliport ve küçük havalimanı yer alacak.


• Ülke ekonomisine yılda 1.5 milyar Euro bırakacak.


71 birincilik ödülü bulunuyor


Mimari alanda aldığı ödüllerle öne çıkan Metin Hepgüler, bunları şöyle özetledi: ”Türkiyenin Milletlerarası Lider Mimarı, Asrın Sinan’ı, ENR/IBC seçimlerinde dünyanın 200 lideri arasında tek Türk ve mimar ve George Washington/USA mimarlık ödülünü aldım. IBC Cambridge/Londra’nın Eylül 2012 araştırmaları neticesinde; mesleğinde Avrupanın Temsilcisi/IBC, 2012 yılının 100 meslek adamı seçiminde mimar olarak birinci ve 21. Asrın 2000 Entellektüeli olarak yer aldım. Bu güne kadar 181 proje yarışması ödülü, 71 birincilik sahibiyim.”



Metin Hepgüler (Mimar)
Çılgın Ada


Metin Hepgüler’in Çılgın Ada Projesi hangi haberlere konu oldu? 



Finike'ye çılgın proje!  (Habertürk Gazetesi, 22 Nisan 2011)


Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’nın gündeme getirdiği “Ay Yıldız” projesi Antalya’nın Finike İlçesi’nde yapılacak


Turizmin yükselen değeri Antalya’nın Finike İlçesi çılgın bir projeye ev sahipliği yapacak. Dubai’deki Palmiye Adası benzeri tesisler, Finike Körfezi’ne kurulacak. Proje ile ilgili bilgilerinin olduğunu doğrulayan Finike Belediye Başkanı Nail Dülgeroğlu, “Bir süre önce bize gelen bir heyetle görüşmeler yaptık. Proje ile ilgili kendilerine her türlü desteği vereceğimizi söyledik. Başbakan Erdoğan’ın Finike İlçesi’ne çok önem verdiğini biliyoruz. TOKİ’nin de bazı çalışmaları var. Böyle bir marka projenin Finike için düşünülüyor olması bizi mutlu eder” dedi. 


EN UYGUN YER 


Projenin mimarı Metin Hepgüler, Finike Körfezi’nde yapılması planlanan Eurasia Adası ile ilgili Habertürk’e bilgi verdi. Projenin patentinin 2008 yılında WIPO İnternationel adına Özer Ertürk tarafından alındığını söyleyen dünyaca ünlü mimar Metin Hepgüler, projenin dünyada ilk olarak organik esaslar göz önünde bulundurularak planlandığını söyledi. Proje için özellikle Finike Körfezi’nin seçildiğini söyleyen Hepgüler, “Planlanan yer, med cezir ve zelzeleye dayanıklı. Güneş ve rüzgâr enerjisi ile başlıbaşına bir dünya oluşturulacak. Bu proje Türkiye’nin tanıtımı açısından çok önemli” dedi. 


HER ŞEY DÜŞÜNÜLDÜ 


Asrın Sinan’ı olarak da anılan ve dünyada birçok proje ödülünün sahibi olan Metin Hepgüler, projenin ilk olarak 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından Başbakanlığa iletildiğini belirterek, “Başbakanlık yatırım ve teşvik ajansından gerekli destek verildi. Proje aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a da il


Önerilen Bağlantılar : TOKİ indirim 2016, Anneler günü konut kampanyaları